En son hatırladığım şey bahçede çay içerek tavla oynadığımızdı. Yine zarlarla aramada kurduğum gayet güzel, samimi, sıcak iletişim sayesinde 4-1 öndeydim. İbne Teoman’ın elinde iki kırığı vardı. ŞAMPİ… başlıkları manşetleri süslüyordu.
Ben Mars Volta çalmak, Marsilya valiliğinden dem vurmak, Mars’ta hayat var nidaları atmak gibi muhtelif taşak geçme fikirleri arasında gidip geliyordum. Tam o sırada Teo ibnesi “yukarıya baksana bi şey geliyor” dedi.
Kafamı kaldırırken bir ışık görür gibi oldum ve güm…
Gözümü açtığımda floresan ışıklarıyla aydınlatılmış bir odanın mermer zemininde yatıyordum. Hemen panikle ayağa kalktım. Odanın açılmayacağı hem hikayenin yapısından hem de görünüşünden belli kapısına yöneldim, ama gayet tabii kilitliydi. Arkamı döndüm ve Teo ibnesinin baygın halde yerde olduğunu gördüm. Sağ ayak içimle şakağına bahşettiğim ve her biri bir öncekinden daha sert olan, progresif yedi darbeyle onu da uyandırdım. O anlarda tüm bu olanların yegane sorumlusu Teoman’dı benim için. Kim bilir ne bok yedi de bizi buraya düşürdü diye düşündüm ve onu sorguya çekmeye karar verdim. Çünkü ortada cevaplanması gereken sorular vardı ve bulunduğumuz oda bi sorgu için çok elverişliydi. Ortada tek bir sandalye, üzerinde çaydanlık olan bir adet gazlı tüp, ve odanın bir köşesinde ne olduğunu henüz bilmediğimiz tahta bi kutudan başka hiç bir şey olmayan boktan bi yerdeydik.
Teoman’dan koltuğa oturmasını rica ettim. Sorgulama süreci başlıyordu. Teo ibnesi de havaya girmiş olacak ki, koltuğa oturur oturmaz “Bir sigara içebilir miyim?” diye sordu bacaklarını titreterek.
“Var mı sigaran?” dedim. Zira bende yoktu.
“yok” deyince Teoman kısık bi sesle, artık iyi polis -kötü polis oyununa iyi kötü başlamaya karar verdim. Sadece tek kişi olduğum için bir tercih yapmam gerekiyordu. Bi sigara bağlasa Teo, iyi polisi oynayabilirdim. Ama artık hiç bi şansı kalmamıştı. Kötü polis anlayışını da biraz geniş düşünerek Teoman’ı baya bi dövdüm. Ancak bu ultimate sorgu sırasında Teo’nun çığlıklarla nerede olduğumuzu bilmediğini ısrarla yinelemesi ve gözlerinden okunan Yusuf beni ikna etti. Teoman da aynı benim gibi gözünü o odada açmıştı.
Tam o sırada köşedeki kutunun içinden periyodik aralıklarla bir sinyal sesi gelmeye başladı. Hemen köşeye doğru hareketlendim ve kutuyu açtım. Pislik bir geri sayım sayacı 3 dakikadan aşağı doğru iniyordu. Sayaca bağlı iki kablo vardı. Sayacın hemen yanında bulunan bir notta, kablolardan birinin bombayı patlatacağını, diğerininse kapıyı açacağı çok nezih bir dille anlatılmıştı.
Saniyeler şıkır şıkır akıyordu. Artık bir karar vermemiz lazımdı. Mavi kablo mu kırmızı kablo mu? İkimiz de bilmiyorduk. Elimi kablolara doğru götürüyorken titriyordum. 10 sn. vardı. “Çay içer misin?” dedi. “Olur” dedim. Teoman çayı koyu getirdi. Yarım bir şeker attım çaya. Şeker biraz fazla sert olduğu için kaşığımın köşesiyle kırma operasyonuna girmek zorunda kaldım.
“Hadi amına koim, böle düşünüyor gibi yapıyorsun zarları ayarlıyorsun elinde” diye bağırdı Teoman.
Kafamı kaldırdım, bahçedeydim. Şaşkın şaşkın Teoman’a baktım.
“Dalmışım Teo” dedim, “kusura bakma.”
No comments:
Post a Comment