huzursuz
Tuesday, August 21, 2012
Ayrılık Mektubu
Sevgilim, sana bi beste yapmak istemiştim aslında ancak makam konusunda bazı kararsızlıklar yaşadım. Ben de sana söylemek istediklerimi bir mektupla anlatmaya karar verdim. Eskiden mektuplar kağıtlara yazılırdı özene bezene. Yazısı bir boka benzemeyenler bile, güzelyazı dersinde öğrendikleri tüm numaroları gösterirlerdi. Sırf bu yüzden sevgilisi mektubu onun yazdığına inanmayan bir arkadaşımız bile olmuştu, Hilmi.
Herkesin kızlara mektuplarını ulaştırabilmek için açıklayamadıkları özel yöntemler vardı. Şimdiyse kafamı kurcalayan tek şey var, hotmail’e mi yollasam yoksa gmail’e mi. Aslında hotmail’in sürekli açık biliyorum. Ama şimdi ona atsam mail’i ben gönderdikten iki saniye sonra senin bilgisayar dıtdıt edicek, hemen okuyacaksın mail’i, gecemi mundar ediceksin. Gmail’e atiim ben bunu.
Kukuletam, ben senden soğudum. Son üç aydır içim içimi yiyor. Senle aynı yatakta yatıyoruz ya, hiç hoşuma gitmiyor. Dikkat edersen yıllardır bi tek donla yatan ben pijamalara merak salmış numarası yaparak ten temasını minimuma indirgemeye çalışıyorum. Sen de öyle salaksın ki, bana sürekli yeni pijamalar alıyorsun. Zaten senden soğumamın nedeni de bu. Çok salaksın bi tanem.
Bunu şimdi mi anladın dediğini duyar gibiyim. Aslına bakarsan evet, şimdi anladım, daha doğrusu birkaç ay önce. Bunun nedeni de oğlumuz. Berk altı yaşına geldi ancak beyin bu süreci dikkat edersen takip edebilmiş değil. Nerden baksan bi iki üç yıl geride. Senin salaklığını anlamama neden olan da zaten bu. ‘BU ÇOCUK NEDEN BU KADAR SALAK’ sorusunun cevabısın sen sevgilim. Sana Allen Iverson gibi ‘The Answer’ lakabını taktım iç dünyamda. Zaten bir koca eşine siyahi bir basketbolcudan ilham alarak takma isim takıyorsa, o ilişki bitmiş demektir. Evet sevgilim, bizim ilişkimiz bitti. En azından benim için. Hatırlar mısın geçtiğimiz ay parka götürdük Berk’i. Önce Berk’e şöyle bir baktım oynarken. Kumları kovaya doldurup ondan sonra kürek’in içine boşaltmaya çalışıyordu. Sonra döndüm bir de sana baktım. Salih Memecan karikatürüne gülüyordun kahkahalarla. İşte o anda taşlar yerine oturdu sevdiceğim. Bir gerizekalıyla evlendiğimin ilk net belirtilerinin yeryüzüne attığı ilk adımlardı onlar. İnsanlık için küçük, benim için büyük adımlar.
Peki bu çocuk ne olacak diceksin orospu çocuğu diyeceksin. Bizim çocuğumuza bir şey olmaz. Senden geçen genler onu o kadar süzme bir salak yapmış ki, baban markete gitti desen, bi 7-8 sene inanır. Ondan sonra da zaten eşşek kadar olmuş olur, başa çıkar bi şekilde.
Thursday, March 8, 2012
Geometri bilmesek de paralel evren
En son hatırladığım şey bahçede çay içerek tavla oynadığımızdı. Yine zarlarla aramada kurduğum gayet güzel, samimi, sıcak iletişim sayesinde 4-1 öndeydim. İbne Teoman’ın elinde iki kırığı vardı. ŞAMPİ… başlıkları manşetleri süslüyordu.
Ben Mars Volta çalmak, Marsilya valiliğinden dem vurmak, Mars’ta hayat var nidaları atmak gibi muhtelif taşak geçme fikirleri arasında gidip geliyordum. Tam o sırada Teo ibnesi “yukarıya baksana bi şey geliyor” dedi.
Kafamı kaldırırken bir ışık görür gibi oldum ve güm…
Gözümü açtığımda floresan ışıklarıyla aydınlatılmış bir odanın mermer zemininde yatıyordum. Hemen panikle ayağa kalktım. Odanın açılmayacağı hem hikayenin yapısından hem de görünüşünden belli kapısına yöneldim, ama gayet tabii kilitliydi. Arkamı döndüm ve Teo ibnesinin baygın halde yerde olduğunu gördüm. Sağ ayak içimle şakağına bahşettiğim ve her biri bir öncekinden daha sert olan, progresif yedi darbeyle onu da uyandırdım. O anlarda tüm bu olanların yegane sorumlusu Teoman’dı benim için. Kim bilir ne bok yedi de bizi buraya düşürdü diye düşündüm ve onu sorguya çekmeye karar verdim. Çünkü ortada cevaplanması gereken sorular vardı ve bulunduğumuz oda bi sorgu için çok elverişliydi. Ortada tek bir sandalye, üzerinde çaydanlık olan bir adet gazlı tüp, ve odanın bir köşesinde ne olduğunu henüz bilmediğimiz tahta bi kutudan başka hiç bir şey olmayan boktan bi yerdeydik.
Teoman’dan koltuğa oturmasını rica ettim. Sorgulama süreci başlıyordu. Teo ibnesi de havaya girmiş olacak ki, koltuğa oturur oturmaz “Bir sigara içebilir miyim?” diye sordu bacaklarını titreterek.
“Var mı sigaran?” dedim. Zira bende yoktu.
“yok” deyince Teoman kısık bi sesle, artık iyi polis -kötü polis oyununa iyi kötü başlamaya karar verdim. Sadece tek kişi olduğum için bir tercih yapmam gerekiyordu. Bi sigara bağlasa Teo, iyi polisi oynayabilirdim. Ama artık hiç bi şansı kalmamıştı. Kötü polis anlayışını da biraz geniş düşünerek Teoman’ı baya bi dövdüm. Ancak bu ultimate sorgu sırasında Teo’nun çığlıklarla nerede olduğumuzu bilmediğini ısrarla yinelemesi ve gözlerinden okunan Yusuf beni ikna etti. Teoman da aynı benim gibi gözünü o odada açmıştı.
Tam o sırada köşedeki kutunun içinden periyodik aralıklarla bir sinyal sesi gelmeye başladı. Hemen köşeye doğru hareketlendim ve kutuyu açtım. Pislik bir geri sayım sayacı 3 dakikadan aşağı doğru iniyordu. Sayaca bağlı iki kablo vardı. Sayacın hemen yanında bulunan bir notta, kablolardan birinin bombayı patlatacağını, diğerininse kapıyı açacağı çok nezih bir dille anlatılmıştı.
Saniyeler şıkır şıkır akıyordu. Artık bir karar vermemiz lazımdı. Mavi kablo mu kırmızı kablo mu? İkimiz de bilmiyorduk. Elimi kablolara doğru götürüyorken titriyordum. 10 sn. vardı. “Çay içer misin?” dedi. “Olur” dedim. Teoman çayı koyu getirdi. Yarım bir şeker attım çaya. Şeker biraz fazla sert olduğu için kaşığımın köşesiyle kırma operasyonuna girmek zorunda kaldım.
“Hadi amına koim, böle düşünüyor gibi yapıyorsun zarları ayarlıyorsun elinde” diye bağırdı Teoman.
Kafamı kaldırdım, bahçedeydim. Şaşkın şaşkın Teoman’a baktım.
“Dalmışım Teo” dedim, “kusura bakma.”
Ben Mars Volta çalmak, Marsilya valiliğinden dem vurmak, Mars’ta hayat var nidaları atmak gibi muhtelif taşak geçme fikirleri arasında gidip geliyordum. Tam o sırada Teo ibnesi “yukarıya baksana bi şey geliyor” dedi.
Kafamı kaldırırken bir ışık görür gibi oldum ve güm…
Gözümü açtığımda floresan ışıklarıyla aydınlatılmış bir odanın mermer zemininde yatıyordum. Hemen panikle ayağa kalktım. Odanın açılmayacağı hem hikayenin yapısından hem de görünüşünden belli kapısına yöneldim, ama gayet tabii kilitliydi. Arkamı döndüm ve Teo ibnesinin baygın halde yerde olduğunu gördüm. Sağ ayak içimle şakağına bahşettiğim ve her biri bir öncekinden daha sert olan, progresif yedi darbeyle onu da uyandırdım. O anlarda tüm bu olanların yegane sorumlusu Teoman’dı benim için. Kim bilir ne bok yedi de bizi buraya düşürdü diye düşündüm ve onu sorguya çekmeye karar verdim. Çünkü ortada cevaplanması gereken sorular vardı ve bulunduğumuz oda bi sorgu için çok elverişliydi. Ortada tek bir sandalye, üzerinde çaydanlık olan bir adet gazlı tüp, ve odanın bir köşesinde ne olduğunu henüz bilmediğimiz tahta bi kutudan başka hiç bir şey olmayan boktan bi yerdeydik.
Teoman’dan koltuğa oturmasını rica ettim. Sorgulama süreci başlıyordu. Teo ibnesi de havaya girmiş olacak ki, koltuğa oturur oturmaz “Bir sigara içebilir miyim?” diye sordu bacaklarını titreterek.
“Var mı sigaran?” dedim. Zira bende yoktu.
“yok” deyince Teoman kısık bi sesle, artık iyi polis -kötü polis oyununa iyi kötü başlamaya karar verdim. Sadece tek kişi olduğum için bir tercih yapmam gerekiyordu. Bi sigara bağlasa Teo, iyi polisi oynayabilirdim. Ama artık hiç bi şansı kalmamıştı. Kötü polis anlayışını da biraz geniş düşünerek Teoman’ı baya bi dövdüm. Ancak bu ultimate sorgu sırasında Teo’nun çığlıklarla nerede olduğumuzu bilmediğini ısrarla yinelemesi ve gözlerinden okunan Yusuf beni ikna etti. Teoman da aynı benim gibi gözünü o odada açmıştı.
Tam o sırada köşedeki kutunun içinden periyodik aralıklarla bir sinyal sesi gelmeye başladı. Hemen köşeye doğru hareketlendim ve kutuyu açtım. Pislik bir geri sayım sayacı 3 dakikadan aşağı doğru iniyordu. Sayaca bağlı iki kablo vardı. Sayacın hemen yanında bulunan bir notta, kablolardan birinin bombayı patlatacağını, diğerininse kapıyı açacağı çok nezih bir dille anlatılmıştı.
Saniyeler şıkır şıkır akıyordu. Artık bir karar vermemiz lazımdı. Mavi kablo mu kırmızı kablo mu? İkimiz de bilmiyorduk. Elimi kablolara doğru götürüyorken titriyordum. 10 sn. vardı. “Çay içer misin?” dedi. “Olur” dedim. Teoman çayı koyu getirdi. Yarım bir şeker attım çaya. Şeker biraz fazla sert olduğu için kaşığımın köşesiyle kırma operasyonuna girmek zorunda kaldım.
“Hadi amına koim, böle düşünüyor gibi yapıyorsun zarları ayarlıyorsun elinde” diye bağırdı Teoman.
Kafamı kaldırdım, bahçedeydim. Şaşkın şaşkın Teoman’a baktım.
“Dalmışım Teo” dedim, “kusura bakma.”
Friday, December 10, 2010
Runaway Sheep 1-2
1
Filmin son sahnesi çekilecekti artık, yolun sonuna gelinmişti. Dünyanın dört bir yanındaki kuzular “Runaway Sheeps’ filminin vizyona girmesi için sabırsızlanıyordu. Film, Afyonkarahisar’da kesilmek üzere bekleyen bir grup asi koyunun heyecan dolu kaçış hikayesini anlatıyordu.
Filmin final sahnesi Kurban Bayramı’nın ilk gününde geçecekti. Senaryoya göre kesimi yapacak olan insan(Celal) tam ilk kesilecek koyunun gözlerini bağlarken bütün sürü zincirlerinden kurtulup ona saldıracaktı. Fakat Celal’i de bir koyun oynamak zorundaydı. Bu rol için Johnny Depp, Adam Sandler ve Tamer Karadağlı’ya teklif götürülse de hiçbiri olumlu yanıt vermemişti. Ve görev bu işin ustası bir koyuna, ünlü aktör Kıvırcık’a kaldı. Bu zor rol için uzun süre Gülgün Feyman’dan diksiyon dersi alan Kıvırcık, artık bırakın insan gibi konuşmayı, ‘katil zanlısı’nı bile doğru telaffuz ediyordu. Çekimlerden hemen önce bütün tüyleri kesildi Kıvırcık’ın. Yüzüne yapılan makyajdan sonra herşey hazırdı. O artık Kıvırcık değil, Celal’di.
Yönetmen Kıvırcık’a yapması gerekenleri anlatmaya başladı:
-Evet Kıvırcık, bendesin! Kurbanın gözünü bağladıktan sonra...
- Nası bağlıcam hocam ben onu toynaklarla?
-Tamam haklısın, o zaman hazır gözü bağlılardan yatıralım.
- Gözübağlı da şarap ismi gibi oldu be.
-Şımarma, devam ediyorum. Kurbana yaklaşıyorsun usul usul, bıçağı eline almadan önce Allahuekber gibi bi intro yapıosun. Ondan sonra da boyundan girişicen kurbana.
-Tamam hocam şarkıyı biliyorum da, ciddi ciddi kesicek miyiz ya biz şimdi oyuncumuzu. Şu gün sinema camiasından 2-3 emekçi say desen, biri Zekeriya abidir. Kesiyo gibi mi yapsak?
- Olm biz burda milyonlarca koyunun kanayan yarasını dünyanın gündemine oturtuyoruz. Bir can vermişiz çok mu? Farzet ki harbiden Kurban Bayramı bugün.
- Öle farz edersem ben kendimi rolüme veremem ya, götüm atar.
-Tamam Kıvırcık. Hazırsan başlayalım, fazla uzattın.
-Kesiyorum yani Zekeriya abiyi.
-Evet evet. Hazır mıyız?... Kayııııt...
Kıvırcık heyecanlı bir şekilde gözü bağlı Zekeriya’nın yanına yaklaştı, yamacına gelince yere doğru eğildi. Bıçağa davrandıktan sonra bir anda dona kaldı. “Kessem mi kesmesem mi, kessem mi kesmesem mi” diye düşünürken basireti bağlanınca Kıvırcık’ın, yönetmen araya girdi:
-Kestiiik!
-Kestik mi? Hocam çok kafam karıştı ya, biraz ara verebilir miyiz?
-Araa!
2
Ara verildi, bütün set ekibi etrafa yayılarak otlanmaya başladı. Zekeriya abiyse çekimlerin yapıldığı tepeliğin zirvesine çıktı ve bir kayalığın üzerine oturduktan sonra sigarasını yaktı. Aradan sonra yapılacak çekimlerde can verecekti, ama oldukça sakin görünüyordu. Zekeriya abi sigarasının tam ortasına gelmişti ki, yanına doğru gelen yönetmeni farketti. Yönetmen Zekeriya abinin yanına oturdu, elini omzuna attı.
-Zekeriya abi, biliyorum şu anda biraz down oldun çünkü ölmek istemiyorsun. Ancak bunu dünyadaki bütün kuzular için yaptığını unutma ve bu sana güç versin lütfen.
-Ya olm tamam, kabul ediyorum çok önemli bir işin içinde olduğumuzu ben de. Ama yani aynı mesajı veremiyo muyuz benim boğazım gerçekten kesilmeden anlamıyorum ki. Senaryoda biri ölüyo diye aktör öldürülür mü ya göz göre göre? Bizim vermek istediğimiz mesaj zaten KUZULAR ÖLMESİN değil mi? Ben noluorum arı mıyım ben?
-Ya Zekeriya abi, bu sahne filmin en can alıcı sahnesi. Müthiş inandırıcı olmamız lazım anlamıyo musun? Dünyanın dört bir yanındaki kuzular sahneyi izlerken Kurban Bayramı’nın ne kadar iğrenç bir şey olduğunu damarlarında hissetmeli. Hem kuzu aleminin Brandon Lee’si olacaksın. Hiç mi bir şey ifade etmiyor sana bu?
-Olm Brandon Lee yanlışlıkla öldü çekimlerde. Yönetmen demedi bağlayın gözleri, kesin Brandon’u boynundan diye. Hem sen bana film teklifi yaparken ne dedin? Abi bu sadece başlangıç, aklımda başka projeler de var demedin mi?
-Abi bende yalan yok. Bu filmde öleceksin ya sen. Ondan sonra senin belgeselini yapıcam işte: ‘Bir sinema emekçisi: Zekeriya abi’. Efsane olacaksın abi efsane.
-Ha bi de öldürüp sonra üstümden para kazanıcan yani. Yok arkadaş. Sen bildiğin şerefsiz çıktın. Ben yokum bu işte. Bağlatmam daha da gözümü falan. Git kendine başka bir “kurban” bul bunları yapacak.
- Abi bi kere nolur o toynaklarla kıl kıl tırnak işareti yapma konuşurken, hiç yakışmıyo. Ayrıca kimi bulucam, en yaşlımız da sensin. Diğer gençlere de yazık diil mi?
Diye sorarken yönetmen, tepenin arka tarafından önüne doğru kocaman bir gölge fark etti. Kafasını arkaya çevirmeye yeltendi ki, arkasında Kıvırcık’ın önderliğindeki sürüyü farketti. Kıvırcık çekimlerden önce kestirdiği postunu yönetmenin boğazına doladı. Diğer koyunların da yardımıyla alaşağı ettiler yönetmeni ve bağladılar.
Kıvırcık: “Beyler, final sahnesinde yönetmeni kesiyoruz. Var mı itirazı olan?” diye sordu. Hiçbir koyun doğası gereği midir, yönetmenin orospu çocukluğundan mıdır bilinmez, itiraz etmedi.
“Tamam o zaman lan, ben de yönetmen olucam,” dedi yaşlı ama o saniye için çok coşkulu oyuncu Zekeriya abi. Ve bir grup asi koyunun hikayesini anlatan filmin çekimleri, bir grup asi koyunun darbesiyle ve oldukça inandırıcı bir final sahnesiyle son buldu.
Filmin son sahnesi çekilecekti artık, yolun sonuna gelinmişti. Dünyanın dört bir yanındaki kuzular “Runaway Sheeps’ filminin vizyona girmesi için sabırsızlanıyordu. Film, Afyonkarahisar’da kesilmek üzere bekleyen bir grup asi koyunun heyecan dolu kaçış hikayesini anlatıyordu.
Filmin final sahnesi Kurban Bayramı’nın ilk gününde geçecekti. Senaryoya göre kesimi yapacak olan insan(Celal) tam ilk kesilecek koyunun gözlerini bağlarken bütün sürü zincirlerinden kurtulup ona saldıracaktı. Fakat Celal’i de bir koyun oynamak zorundaydı. Bu rol için Johnny Depp, Adam Sandler ve Tamer Karadağlı’ya teklif götürülse de hiçbiri olumlu yanıt vermemişti. Ve görev bu işin ustası bir koyuna, ünlü aktör Kıvırcık’a kaldı. Bu zor rol için uzun süre Gülgün Feyman’dan diksiyon dersi alan Kıvırcık, artık bırakın insan gibi konuşmayı, ‘katil zanlısı’nı bile doğru telaffuz ediyordu. Çekimlerden hemen önce bütün tüyleri kesildi Kıvırcık’ın. Yüzüne yapılan makyajdan sonra herşey hazırdı. O artık Kıvırcık değil, Celal’di.
Yönetmen Kıvırcık’a yapması gerekenleri anlatmaya başladı:
-Evet Kıvırcık, bendesin! Kurbanın gözünü bağladıktan sonra...
- Nası bağlıcam hocam ben onu toynaklarla?
-Tamam haklısın, o zaman hazır gözü bağlılardan yatıralım.
- Gözübağlı da şarap ismi gibi oldu be.
-Şımarma, devam ediyorum. Kurbana yaklaşıyorsun usul usul, bıçağı eline almadan önce Allahuekber gibi bi intro yapıosun. Ondan sonra da boyundan girişicen kurbana.
-Tamam hocam şarkıyı biliyorum da, ciddi ciddi kesicek miyiz ya biz şimdi oyuncumuzu. Şu gün sinema camiasından 2-3 emekçi say desen, biri Zekeriya abidir. Kesiyo gibi mi yapsak?
- Olm biz burda milyonlarca koyunun kanayan yarasını dünyanın gündemine oturtuyoruz. Bir can vermişiz çok mu? Farzet ki harbiden Kurban Bayramı bugün.
- Öle farz edersem ben kendimi rolüme veremem ya, götüm atar.
-Tamam Kıvırcık. Hazırsan başlayalım, fazla uzattın.
-Kesiyorum yani Zekeriya abiyi.
-Evet evet. Hazır mıyız?... Kayııııt...
Kıvırcık heyecanlı bir şekilde gözü bağlı Zekeriya’nın yanına yaklaştı, yamacına gelince yere doğru eğildi. Bıçağa davrandıktan sonra bir anda dona kaldı. “Kessem mi kesmesem mi, kessem mi kesmesem mi” diye düşünürken basireti bağlanınca Kıvırcık’ın, yönetmen araya girdi:
-Kestiiik!
-Kestik mi? Hocam çok kafam karıştı ya, biraz ara verebilir miyiz?
-Araa!
2
Ara verildi, bütün set ekibi etrafa yayılarak otlanmaya başladı. Zekeriya abiyse çekimlerin yapıldığı tepeliğin zirvesine çıktı ve bir kayalığın üzerine oturduktan sonra sigarasını yaktı. Aradan sonra yapılacak çekimlerde can verecekti, ama oldukça sakin görünüyordu. Zekeriya abi sigarasının tam ortasına gelmişti ki, yanına doğru gelen yönetmeni farketti. Yönetmen Zekeriya abinin yanına oturdu, elini omzuna attı.
-Zekeriya abi, biliyorum şu anda biraz down oldun çünkü ölmek istemiyorsun. Ancak bunu dünyadaki bütün kuzular için yaptığını unutma ve bu sana güç versin lütfen.
-Ya olm tamam, kabul ediyorum çok önemli bir işin içinde olduğumuzu ben de. Ama yani aynı mesajı veremiyo muyuz benim boğazım gerçekten kesilmeden anlamıyorum ki. Senaryoda biri ölüyo diye aktör öldürülür mü ya göz göre göre? Bizim vermek istediğimiz mesaj zaten KUZULAR ÖLMESİN değil mi? Ben noluorum arı mıyım ben?
-Ya Zekeriya abi, bu sahne filmin en can alıcı sahnesi. Müthiş inandırıcı olmamız lazım anlamıyo musun? Dünyanın dört bir yanındaki kuzular sahneyi izlerken Kurban Bayramı’nın ne kadar iğrenç bir şey olduğunu damarlarında hissetmeli. Hem kuzu aleminin Brandon Lee’si olacaksın. Hiç mi bir şey ifade etmiyor sana bu?
-Olm Brandon Lee yanlışlıkla öldü çekimlerde. Yönetmen demedi bağlayın gözleri, kesin Brandon’u boynundan diye. Hem sen bana film teklifi yaparken ne dedin? Abi bu sadece başlangıç, aklımda başka projeler de var demedin mi?
-Abi bende yalan yok. Bu filmde öleceksin ya sen. Ondan sonra senin belgeselini yapıcam işte: ‘Bir sinema emekçisi: Zekeriya abi’. Efsane olacaksın abi efsane.
-Ha bi de öldürüp sonra üstümden para kazanıcan yani. Yok arkadaş. Sen bildiğin şerefsiz çıktın. Ben yokum bu işte. Bağlatmam daha da gözümü falan. Git kendine başka bir “kurban” bul bunları yapacak.
- Abi bi kere nolur o toynaklarla kıl kıl tırnak işareti yapma konuşurken, hiç yakışmıyo. Ayrıca kimi bulucam, en yaşlımız da sensin. Diğer gençlere de yazık diil mi?
Diye sorarken yönetmen, tepenin arka tarafından önüne doğru kocaman bir gölge fark etti. Kafasını arkaya çevirmeye yeltendi ki, arkasında Kıvırcık’ın önderliğindeki sürüyü farketti. Kıvırcık çekimlerden önce kestirdiği postunu yönetmenin boğazına doladı. Diğer koyunların da yardımıyla alaşağı ettiler yönetmeni ve bağladılar.
Kıvırcık: “Beyler, final sahnesinde yönetmeni kesiyoruz. Var mı itirazı olan?” diye sordu. Hiçbir koyun doğası gereği midir, yönetmenin orospu çocukluğundan mıdır bilinmez, itiraz etmedi.
“Tamam o zaman lan, ben de yönetmen olucam,” dedi yaşlı ama o saniye için çok coşkulu oyuncu Zekeriya abi. Ve bir grup asi koyunun hikayesini anlatan filmin çekimleri, bir grup asi koyunun darbesiyle ve oldukça inandırıcı bir final sahnesiyle son buldu.
Tuesday, August 18, 2009
DİYOSUN İNSANLARI
“O diilde insanları”ndan sonra, bu kez de ‘Diyosun’ insanlarını mercek altına almak istedim.
“Diyosun insanı” olmanın temelinde, kendini diğerlerinden daha zeki, daha akıllı ya da daha hazırcevap bulma düşüncesi yatar.
Ayrıntılara geçmeden klasik bir Diyosun İnsanı davranışını inceleyelim:
Kemal: “Hacı yeni arabam o kadar hızlı gidiyor ki sanki diğer arabalar duruyormuş gibi hissediyorum.”
Avni: “Ooo, tek rakibim THY diyosun.”
Evet, gördüğünüz gibi burada Tek rakibim THY diyosun diyen insan klasik bi diyosun insanıdır. Yeni aldığı arabadan oldukça memnun olan ve otomobilinin süratini ve bu konudaki heyecanını küçük bir espri yaparak arkadaşıyla paylaşmaya çalışan Kemal’inse bir diyosun insanıyla arkadaşlık yapmaktan başka hiçbir kabahati yoktur.
Avni’nin burada bir diyosun cümlesi kurmasının altında yatan sebep Avni'nin arkadaşından daha zeki ve esprili olduğunu düşünmesidir. Avni’nin demek istediği aslında şudur: “Şu senin diğer arabalar sanki duruo gibi hissediorum esprisi var ya. Hiç komik diil, onun yerine tek rakibim THY deseydin çok daha komik olurdu. Ama ben daha zeki oldum için bu benim aklıma geldi.”
İşte böyledir diosun insanları. Kendilerini bi bok zannederler. Sizin de etrafınızda mutlaka vardır. Bu insanlara alınabilecek önlemlerse maalesef sınırlıdır.
Bunlardan ilki, diyosun ile biten cümleden hemen sonra : “Yoo, öle bişi demiorum,” diye çıkışmaktır. Bu karşı tarafta bir antipati yaratır ve diyosun insanı bir süre sonra size bu muameleyi yapmaktan vazgeçebilir.
İkinci yöntemse çok daha etkili sonuçlar verir. Bu yöntemde zamanlama çok önemlidir. Diyosun insanı cümlenin diyosun kısmını bitirmeden atılacak okkalı bir kafa (Örnek: Tek rakibim THY diy ÇAAAT) çok daha etkili ve kesin sonuçlar verecektir.
“Diyosun insanı” olmanın temelinde, kendini diğerlerinden daha zeki, daha akıllı ya da daha hazırcevap bulma düşüncesi yatar.
Ayrıntılara geçmeden klasik bir Diyosun İnsanı davranışını inceleyelim:
Kemal: “Hacı yeni arabam o kadar hızlı gidiyor ki sanki diğer arabalar duruyormuş gibi hissediyorum.”
Avni: “Ooo, tek rakibim THY diyosun.”
Evet, gördüğünüz gibi burada Tek rakibim THY diyosun diyen insan klasik bi diyosun insanıdır. Yeni aldığı arabadan oldukça memnun olan ve otomobilinin süratini ve bu konudaki heyecanını küçük bir espri yaparak arkadaşıyla paylaşmaya çalışan Kemal’inse bir diyosun insanıyla arkadaşlık yapmaktan başka hiçbir kabahati yoktur.
Avni’nin burada bir diyosun cümlesi kurmasının altında yatan sebep Avni'nin arkadaşından daha zeki ve esprili olduğunu düşünmesidir. Avni’nin demek istediği aslında şudur: “Şu senin diğer arabalar sanki duruo gibi hissediorum esprisi var ya. Hiç komik diil, onun yerine tek rakibim THY deseydin çok daha komik olurdu. Ama ben daha zeki oldum için bu benim aklıma geldi.”
İşte böyledir diosun insanları. Kendilerini bi bok zannederler. Sizin de etrafınızda mutlaka vardır. Bu insanlara alınabilecek önlemlerse maalesef sınırlıdır.
Bunlardan ilki, diyosun ile biten cümleden hemen sonra : “Yoo, öle bişi demiorum,” diye çıkışmaktır. Bu karşı tarafta bir antipati yaratır ve diyosun insanı bir süre sonra size bu muameleyi yapmaktan vazgeçebilir.
İkinci yöntemse çok daha etkili sonuçlar verir. Bu yöntemde zamanlama çok önemlidir. Diyosun insanı cümlenin diyosun kısmını bitirmeden atılacak okkalı bir kafa (Örnek: Tek rakibim THY diy ÇAAAT) çok daha etkili ve kesin sonuçlar verecektir.
Monday, August 3, 2009
TAŞ KAĞIT MAKAS
Makas kağıdı yener. Bu mantıklı, zira makasın en önemli görevlerinden biri kağıdı kesebilmektir. Taşın da makasa karşı belirgin bir üstünlüğü var ki bu konuda da herhangi bir soru işareti yok. Bir makas taşa ne yapabilir sonuçta? Amaaa, üçüncü eşleşme biraz şaibeli, tartışmaya açık.
Evet doğru anladınız, taş ile kağıdın amansız mücadelesinden bahsediyorum. Yıllardır kağıdın taşı yeneceğine inanılır. Taş-kağıt-makas oyunu da bu kurallar baz alınarak oynanır. Peki, bir kağıt bir taşı nasıl alt edebilir. “Etrafını sararak,” dediğinizi duyar gibiyim.
Peki mantıklı bi şey mi bu? Ya taş kağıdın üstüne yuvarlansa, çökse üstüne, paramparça etmez mi o kağıdı? Bu sonuçta kağıdın taşın etrafını sarmasından daha büyük bi olasılık. En azından ikisi de aynı derecede saçma. Ama sadece bu oyun oynanabilsin diye, ihtimalleri eşitlemek için büyük bir kolpaya inanılmış ve kağıt taşı yener denmiş.
Bundan en zararlı çıkansa, tabii ki taş. “Ben bu kağıdı parçalarım aslında ama, kurallar müsaade etmiyo,” demez mi taş? Haklı da. Eğer itirazlar sonuç verirse, taş-kağıt-makas oyunu tarihe karışabilir. Bu gerçekleştiği takdirde oyunun alternatifi olarak KAŞ-TAHIL-MAKAT isimli yeni bir oyun bile projelendi.
Tuesday, July 21, 2009
SİRKTEN KAÇIŞ
Sirk şovundan kaçan 52 kiloluk kaplumbağa 6 gün sonra bulundu.
ABD'de Zerbini Aile Sirki’nin Wisconsin eyaletindeki sirk şovundan kaçan 52 kilogramlık iri kaplumbağa fazla uzağa gidemeden bulundu.
10 yıldır Zerbini Aile Sirki’nin bir parçası olan Berta isimli kaplumbağa kaçtıktan 6gün sonra sirkten 3 kilometre uzaklıktaki bir golf sahasında görüldü.
Sirkte herhangi bir numara yapmayan kaplumbağa, büyüklüğü ile kalabalıkların ilgisini çekiyor. Berta birkaç gün içinde New Jersey’deki yuvasına dönmüş olacak.
Yakalandıktan sonra mikrofonlara konuşan kaplumbağa: " Çok ince ve detaylı bir kaçış planım vardı. Her şeyi tüm ayrıntısıyla düşünmüştüm. Kaplumbağalar aleminin Micheal Scofield'i olacaktım ancak ağır kaldım ve izimi kaybettiremedim. En büyük hatam da golf sahasına kaçmak oldu ama yeşili görünce dayanamadım," dedi.
Konuşması sık sık alkışlarla kesilen kaplumbağa sirk yönetimine de verdi veriştirdi: "Hayır, sirkle benim nasıl bir ilgim olabilir. Herhangi bir numaram yok. Sahneye de çıkmıyorum. Bıraksınlar gideyim."
Thursday, July 16, 2009
O DİİL DE İNSANLARI
O diil de insanları, isimlerini günlük sohbetlerinde en çok kullandıkları cümleden almışlardır. Bu insanları diğerlerinden ayıran karakteristik özellikleri genel olarak 6-7 yaşında baş göstermeye başlar.
NEDİR O DİİL DE İNSANI?
O diil de insanı, bencildir. Karşı tarafın ne düşündüğü ve ne söylediği önemli değildir. O sadece kendi söylemek istediğini söyler. Karşı taraf bir şey anlattığında, sessizce dinliyormuş gibi yapar. Aslında o sırada sinsice kendi içindekini kelimelere daha iyi dökebilmenin hesaplarını yapıyordur. Bazı üst düzey o diil de insanları bu sırada kafalarını sallayarak ve çeşitli mimiklerle karşı tarafın anlattığına çok ilgili numarası bile yapabilirler. Eğer karşı taraf bir cümlesini bitirdikten sonra üç saniye boyunca susarsa, o diil de insanı devreye girer ve ‘O diil de’ diye lafa başlayarak kendi derdini anlatmaya başlar.
O diil de insanları bu konuda ilk olarak ebeveynlerini kullanırlar. Evrim süreci başladıktan sonra, bu insanlar annelerinin babalarının konuşmalarını asla dinlemezler. Sessizce laflarını bitirmesini beklerler ve daha sonra buldukları ilk üç saniyelik boşlukta lafa girerek: O diil de derler ve az evvel konuşulanla alakası olmayan bir konu hakkında konuşmaya başlarlar. Örnek verecek olursak:
Anne: Efecan, dişlerini günde en az iki kere fırçalaman lazım. Yoksa dişlerin çürür, yediğin yemeklerin tadını alamazsın, dondurma bile yiyemezsin.
Efecan: O diil de, bana ne zaman o uzaktan kumandalı helikopteri alacaksın.
İşte her şey bu ve bu tür masum gibi görünen diyaloglarla başlar. Burada ebeveynlerin yapması gereken yılanın başını küçükken ezmektir. Ancak çoğu ebeveyn bunu yapmaz. Hatta çocuklarının bu tavrını tatlı bile bulurlar. Yukarıdaki diyalogun yaşandığı gün Efecan’ın istediği helikopteri edinme ihtimali bile vardır.
O diil de insanlarının durumu zaman geçtikçe daha da kronikleşir. Bir yerden sonra kurbanlar sadece ebeveynler değillerdir. Okul arkadaşları, öğretmenler, taksi şöförleri. Herkes nasibini alır o diil de insanlarından. Ve 20’li yaşlara gelindiğinde artık tedavi neredeyse imkansızlaşır. 20 yaşında o diil de insanıysanız, %98.2 ihtimalle hayatınızın geri kalanını da o diil de insanı olarak geçireceksiniz demektir.
İşin acı tarafı ise, o diil de insanlarının bu karşı tarafı dinlemeyen bencil tutumları kurbanlarını gerçekten rahatsız etmeye başladığında artık iş işten geçmiştir.
Bi beni dinlesene a.k. , ben ne diorum sen ne diosun, ya da Allah belanı versin tarzında tepkiler sonuç vermez. O diil de insanları da ebeveynlerinin zamanında ihmal ettikleri dayağın cefasını bir ömür boyu çekmek zorunda kalırlar. Antipati toplarlar, küfür yerler, arkalarından konuşulur, ortamlara davet edilmezler. Çekmedikleri kalmaz.
Eğer çevrenizde o diil de insanlarına rastlarsanız, onlara anlayışlı olmaya çalışın. Çünkü aslında onlar suçsuzdur. Zaten küfür de etseniz, dövseniz de onlar ‘O diil de’ derler ve dertlerini anlatmaya devam ederler. Olan size olur. Yok yere siniriniz bozulur.
NEDİR O DİİL DE İNSANI?
O diil de insanı, bencildir. Karşı tarafın ne düşündüğü ve ne söylediği önemli değildir. O sadece kendi söylemek istediğini söyler. Karşı taraf bir şey anlattığında, sessizce dinliyormuş gibi yapar. Aslında o sırada sinsice kendi içindekini kelimelere daha iyi dökebilmenin hesaplarını yapıyordur. Bazı üst düzey o diil de insanları bu sırada kafalarını sallayarak ve çeşitli mimiklerle karşı tarafın anlattığına çok ilgili numarası bile yapabilirler. Eğer karşı taraf bir cümlesini bitirdikten sonra üç saniye boyunca susarsa, o diil de insanı devreye girer ve ‘O diil de’ diye lafa başlayarak kendi derdini anlatmaya başlar.
O diil de insanları bu konuda ilk olarak ebeveynlerini kullanırlar. Evrim süreci başladıktan sonra, bu insanlar annelerinin babalarının konuşmalarını asla dinlemezler. Sessizce laflarını bitirmesini beklerler ve daha sonra buldukları ilk üç saniyelik boşlukta lafa girerek: O diil de derler ve az evvel konuşulanla alakası olmayan bir konu hakkında konuşmaya başlarlar. Örnek verecek olursak:
Anne: Efecan, dişlerini günde en az iki kere fırçalaman lazım. Yoksa dişlerin çürür, yediğin yemeklerin tadını alamazsın, dondurma bile yiyemezsin.
Efecan: O diil de, bana ne zaman o uzaktan kumandalı helikopteri alacaksın.
İşte her şey bu ve bu tür masum gibi görünen diyaloglarla başlar. Burada ebeveynlerin yapması gereken yılanın başını küçükken ezmektir. Ancak çoğu ebeveyn bunu yapmaz. Hatta çocuklarının bu tavrını tatlı bile bulurlar. Yukarıdaki diyalogun yaşandığı gün Efecan’ın istediği helikopteri edinme ihtimali bile vardır.
O diil de insanlarının durumu zaman geçtikçe daha da kronikleşir. Bir yerden sonra kurbanlar sadece ebeveynler değillerdir. Okul arkadaşları, öğretmenler, taksi şöförleri. Herkes nasibini alır o diil de insanlarından. Ve 20’li yaşlara gelindiğinde artık tedavi neredeyse imkansızlaşır. 20 yaşında o diil de insanıysanız, %98.2 ihtimalle hayatınızın geri kalanını da o diil de insanı olarak geçireceksiniz demektir.
İşin acı tarafı ise, o diil de insanlarının bu karşı tarafı dinlemeyen bencil tutumları kurbanlarını gerçekten rahatsız etmeye başladığında artık iş işten geçmiştir.
Bi beni dinlesene a.k. , ben ne diorum sen ne diosun, ya da Allah belanı versin tarzında tepkiler sonuç vermez. O diil de insanları da ebeveynlerinin zamanında ihmal ettikleri dayağın cefasını bir ömür boyu çekmek zorunda kalırlar. Antipati toplarlar, küfür yerler, arkalarından konuşulur, ortamlara davet edilmezler. Çekmedikleri kalmaz.
Eğer çevrenizde o diil de insanlarına rastlarsanız, onlara anlayışlı olmaya çalışın. Çünkü aslında onlar suçsuzdur. Zaten küfür de etseniz, dövseniz de onlar ‘O diil de’ derler ve dertlerini anlatmaya devam ederler. Olan size olur. Yok yere siniriniz bozulur.
Subscribe to:
Posts (Atom)